“Ne zaman ikinci dükkanı açacaksın?”, “Şu alanda yaptığın yatırımlara gerek yoktu şunu yapsaydın ya”, “Daha çok duyurmalısın kendini daha çok”
Bu türden yorumların hiç biri yeni değil, hatta artık sadece bir tür mırlama gibi tınlıyor kulağıma ve maalesef ilk günden beri değişmeyen o paslı duyguyu yine yaratıyor.
Bunun sebebi aslında pek de anlaşılamıyor olduğumu hissetmek. E ben de çok durmuyorum o sohbette / mekanda / kişide... Yakınlığıma göre değişiyor diyelim.
Bir Papalagi* olarak kendi işimi kurmaya karar verdiğim an kendimi kral gibi hissetmeye başladım aslında. Tabii bir Papalagi Kral! Papalagi nedir derseniz, sizin gibi, benim gibi bir şey işte, çok da birbirinden farklı sayılmaz yani. Aslında öyle tabii de farkında değil diyelim. Kendini geliştirince farkına varacak sanıyor ama hep hedefe ulaşmakla güdümlendiği için bunun da bir oyun olduğunun farkına varamıyor filan, öyle işte... Bunu başka yazıya bırakayım en iyisi, ya da en iyisi bahsi geçen kitabı satın alalım, bunu da okuyalım, belki bu sefer ha;)
Krallık duygusuna gelince, öyle sürekli buyuran, oturduğu yerden ahkam kesen değil de Conan gibi kendi krallığını sonsuz serüvenden sonra ele geçirmiş yani haketmiş bir kral. Bu hal her ne kadar köle vs. efendi ahlağında daha çok birinciye göz kırpıyorsa da ben pek dokunmadım bu duyguma. Eh ne de olsa başını kaldırıp “Bir dakika benim de diyeceğim vardı ama” diye ortalıkta dolaşan bir durumda idim yeterli uzun süre. Çocuk biraz iyi hissetsin, varsın kralım desin dedim de içten içe hala aynı oyunun farklı bir oyuncusu olmanın tarif edilmez ağırlığı hep bir yan baktı tabii.
Yok öyle dünyayı değiştirmeli bir yazı değil bu, biraz kendini değiştirmeli, evet evet kendini değiştirmeli...
Başa dönersek yani benim bu yeni işime karar verdiğim ana; gayet basit, insani sebeplerle; sevdiği işlerle meşgul olma ile ilgiliydi. Zaten diğer yol o kadar sıkıcıydı ki ömrümün diğer yarısını da böyle geçirsem iyi olacak dedim daldım kravatla tükanın önünü süpürmeye. Kahve kavurduk, değişik şeyler yaptık tabii ama sonra baktım burlağ da hep aynııı. Varsa yoksa güç, para, ünvan, ha bir de herkes birbiri hakkında konuşuyormuş şöyle diyormuş böyle diyormuş filan yani her türlü plaza eğlencesi bir bir serildi önüme. Eyvah her şey aynı diye panikledim denemez çünkü daha önce de başımı çeviriyordum, şimdi de öyle yapıyorum. Peki bu yazı nereden çıktı? Madem her şeyden memnunum boş yere neyin tarifini yapıyorum, yeni olan bir şey yoksa ne için durduk yere yani? Bu; muhtemelen kendimi ifade edeceğim alanların darlaştırılmasına bir tepki. Önceden ben bir proje yöneticisi, bilişim denetçisi, ya da hepitopu bir beyaz yakalı iken şimdi; bir firma sahibi, bir kavurucu, kafe işletmecisi, perakende satıcısı, eğitmen, girişimciyim. Evet yenisi sanki daha zengin görünüyor ama öyle mi gerçekten? Bunlar beni tanımlayan, tamamlayan şeyler mi? Bir de bunun yanında hobilerim yer alıyor ve bundan ibaret olduğum mu buyuruluyor diktacılar tarafından yoksa? Seni nasıl çağırdıkları önemlidir ve bazen seni çağıracak kelimeleri bulamamaları daha da iyi olabilir. Yani öyle kafası karışmalı ki statükonun, tam seni çağıracakken kekelemeli, dediğinden memnun olmayıp bir daha düşünmeli ve belki de en iyisi “işe yaramazın teki” demelidir. Sıkıştığı yerde “kural belirleyici sınırlar ötesi inanılmaz deha” demesiyle aşağı yukarı aynı şeydir bu. Birincisi daha özgür bırakır seni, ikincisiyse aslında oyuna dahil olduğun için seni kucağına alıp sevmeye başlamıştır bile...
Hepimizin üzerindeki baskı biraz da böyle okunabilir diye düşündüm, keşke çok da düşünmesem ama bu bir Papalagi hastalığı - bilenler bilir. Bu baskı senin adını onların koymasından kaynaklanır. Kabul törenleri mide bulandırıcı ama ikna edici ve uzundur. Yapılacak şey basit görünür önce, “adımı ben koyarım, olur biter” dersin, ama zorbalaşmaya kadar gidecekleri ilk günden belli olunca ve görünürde angaje olacak başka kabile yokken, dur bakalım biraz idare edelim durumu diye başlangıcı yaparsın. Sonra o uzun ve bitmek bilmeyen kabul törenin başlar. Karşı koymaya kalkışırsan bataklık seni dibe çeker, bunun yerine farkına varmaya başlamanın en iyisi olduğu kesindir, ancak öyle sis dağılır ve güzel bahçeler gösterir kendini çünkü. Ancak o zaman önüne bakar, güzel günün tadını çıkarır, insan olduğunla övünür, sevinç dolarsın.
Şimdi neler yapıyorum; sevdiklerimle vaktimi geçiriyor, içmekten en çok keyif alacağım kahve için tadım yapıyor, ona göre kavuruyorum. Öğrendiklerimi daha fazla ve daha geniş alanda paylaşmaya çalışıyorum. Benim aldığım keyfin iletilmesi için oldukça uğraşıyorum denebilir ama gitarımla da daha fazla ilgileniyorum, yine besteler yapmaya başladım ve iyi beslenme ile tat alma ilişkisinin çok temel bir yol gösterici olduğuna hiç şüphem yok. Gıda sadece kendi içinde (ör. vişne suyu asiditeli ve çikolata notalı kahve) benzerlik göstermekle kalmıyor, renk ve sesleri de anımsatıyor. Örneğin kahve tadım notalarını bordo ve cazımsı diye paylaşasım geliyor hatta bazen ileri gidip kuru bir peavey gain alınıyor bile diyesim geliyor. Fazla öznel kalacağı için o bende saklı kalıyor tabii ama günümü renklendiriyor bu detaylar. Kendin-yap (DIY) eğlencesi tacir üretimine doğru evrildikçe mutlaka denge şaşması riski var ama önlenemez değil. Paniklemeden, sevgi ile ve kendi-için paylaşmaya yönelik her şey kurtarıcı. Meraklı bir Papalagi olmayı da sahiplenerek ve sorumluluğunu da üstlenerek yaşamak çok da keyifsiz değil. Kendi adını sen koyabiliyorsan tabii…
* Papalagi: Erich Scheuermann’ın “Göğü delen adam” adlı kitabında geçen Samoa’lıların beyaz adamlara verdiği isim.